NİSAN
1920
Koku her yerdeydi sanki…
Gecenin en koyu siyahında, iri damlalarla toprağı,
çimenleri döven şiddetli yağmur bile alıp götüremiyordu kokuyu. Bir çayırın
tepesinde, yarı bellerine kadar çukurun içinde çamura batmış, ritmik bir
biçimde kazma sallayan iki adam, arada bir tırsak gözlerle süzüyorlardı yanı
başlarında uzanan, branda bezine sarılı bedeni. Kendilerini karanlığa siper
etmek istedikçe, bir işaret fişeği gibi inadına çakan şimşekler tarafından ele
verilmeleri an meselesiydi. “Çabuk olalım!” dedi yaşça küçük olanı.
“Yakalanacağız.” Diğeri, saçmalama der gibi bir bakış attı. “Korkma, bu saatte,
hem de bu yağmurda kurtlar bile çıkarmazlar burunlarını dışarı.” Arada bir
patlayan, devasa iki koçun toslaşmasını andıran gök gürültüleri yüzünden güçlükle
duyuyorlardı birbirlerini.
Çukur yavaş yavaş suyla dolmaya başladığında
küreklere giriştiler. Yağmur azalır gibi olmuştu ama şimşek ve gök gürültüleri
daha bir şiddetlenmişti sanki.
Bedenen daha iri ve daha yaşlı olan adam, branda
bezindeki bedeni çukurun yanına çekti inleyerek. “Sen çukura gir, ben üstten,
sen alttan yavaşça indirelim.” Genç olan biraz daha korkuyordu diğerine göre.
“Tamam” anlamında onayladı başıyla ve
çukura atladı. Çukurdaki su kaval kemiklerini geçiyordu. Yukarıdaki, bedeni iyice
çukurun kenarına sürüdü ve aşağı sarkıttı. Çukurdaki adam iki eliyle alttan
destekledi ve diğer adam da aynı anda çukura atladı. Onun çukura atlamasıyla
genç olan adam zaten şişmiş olan bedenin ağırlığını kaldıramadı, dengesi
bozuldu ve sırt üstü çukura düştü. Branda bezindeki beden de onun üzerine… Adam
suya gömülmüş bir halde debeleniyor, üzerine düşen bedeni itmeye çalışıyordu.
Yaşça büyük olan da afallamış bir şekilde arkadaşının üzerindeki cesedi
kaldırmaya uğraşıyordu. Gücünün son sınırını zorlayarak bedeni çevirdi, branda
bezi sıyrıldı ve ceset çukurun köşesine teğet oluşturacak, oturur bir biçimde
duvarda yan döndü. Suyun içindeki adam can havliyle doğruldu. Koku çukurun
içini doldurmuş, ikisinin de genizlerini yakıyordu. Ayakta duran, bir elindeki
branda bezine, bir arkadaşına baktı. O anda bir şimşek grubu ortalığı gündüz
gibi aydınlattı. O, bir buçuk saniye kadar süren aydınlıkta, cesedin kendine
doğru döndüğünü gördü küçük olan. Rengi
koyu bir morluğa dönüşmüştü, göz ve kulak deliklerinde arpa tanesi büyüklüğünde
kurtlar oynaşıyordu. Işığın ikinci kez parlayışında dudaklarından düşen
sülükleri gördü. Çığlık atmamak için dilini koparırcasına ısırdı ve ışığın
hemen peşinden gelen gümbürdeme ile ayağa fırladı. İki adam göz göze geldiler,
bir süre kesik kesik soluduktan sonra kendilerini toprak yığınını üstüne
bıraktılar.
Bir süre hiçbir kelime etmeden dinlendiler ve çukuru
doldurmak üzere ayağa kalktılar. Hızlı bir şekilde toprak atmaya başladılar
çukura. Toprak bedeni örttükçe, koku
yavaş yavaş kayboluyordu. Bir süre sonra önlerindeki toprak yığını tükendi, ama
cesedin kafası hala dışarıdaydı. Çünkü yoğun yağmur suyu, çukurdan çıkardıkları
toprağın bir kısmını alıp götürmüştü. Hemen çaprazlarında duran küçük tümseği
düzleyerek, çıkan toprakla çukuru doldurmayı planladılar. Önce kazmalara
giriştiler tümseğe. Yağmurun bu toprağı da sürüklememesi için çok hızlı
çalışıyorlardı. Kazmalar aynı anda inip kalkıyor, terle karışık yağmur
damlaları adamların gözlerini yakıyordu.
Birden, gecenin en büyük ışık parlaması yaşandı. İki
adam da kazmaları aynı anda kaldırmışlardı. Gök kubbede, kırbaç gibi şaklayan
bir yıldırım aynı anda iki kazmanın üstüne düşüverdi. Akım bir şelale gibi indi
ve sonra üç kola ayrıldı; ikisi adamları, üçüncüsü çukurun içindeki bedeni
sarmaladı. İki adam, bir anlığına, bir ateş böceği gibi titreyerek parıldadılar
gecenin karanlığında. Parlama durduğunda ikisi de külçe gibi yere yığıldı…
Gözlerini açtıklarında hala karanlıktı ortalık.
Yağmur durmuştu ve hava aniden açılıvermişti. Öyle ki yıldızları tek tek
sayabilirdiniz. Yaşadıklarına inanamadılar. Olanları hatırlıyorlardı, yağmuru,
çukuru, düşen yıldırımı. Nasıl olur da bir yıldırımdan sağ kurtulurlardı? Anlam
veremediler…
Büyük olanı, Ay’ın durumuna bakarak bir hesap yaptı.
Buna göre tam bir gün geçmişti aradan! Bir gün… Nasıl bir uykuydu bu böyle?
Oysa onlara, daha bir kaç saat önce olmuş gibi geliyordu her şey.
Gözleri önce çukurun olduğu yere kaydı, sonra da
birbirlerine… Anlamsız gözlerle bakıştılar. Çukur boştu! Ama kim, kim, şişmiş
ve çürümeye yüz tutmuş bir cesedi alıp götürürdü ki? Üstelik yere yığılıp
kalmış iki adamı görmezden gelerek.
İkisinin de bir cesedin peşine düşecek takatleri
kalmamıştı. Aletlerini toplayıp gitmeye hazırlandılar. Büyük olan adam, çukurun
içine atlayıp küçük saplı küreği aldı eline. Sonra kokuyu duydu. Çürümüş et…
Giderek ağırlaşıyordu. Çukurdan dışarı fırladı. Diğeri olanları anlamamış
gözlerle bakıyordu. Geri geri adım atarken birden ayakları yerden kesildi.
Yerden metrelerce havaya fırlayıp, bir taş gibi diğer adamın ayaklarının dibine
düştü. Boynu bir serçenin ki gibi yana bükülmüş, cansız yatıyordu artık. Koku
giderek yaklaştı. Öteki adam dehşet dolu gözlerle sağa sola bakındı. Elindeki
aletleri atıp var gücüyle koşmak için arkasını döndü. Ve onu gördü… Yarı beline
kadar branda bezine sarılmış, derisinden ve uzuvlarından, kurtlar ve sülükler
dökülen mor renkli cesedi. Çürümüş et kokan nefesi adamın yüzünü yalıyor, bir
karış ötesinde durmuş gözlerine bakıyordu…
………………………………..
O
GECE…
Odanın ışıkları yandığında ben hâlâ idrak muhasebesi
içindeydim. Kapıda durmuş bana seslenen annemi bile saniyeler sonra fark ettim.
Elimde uzaktan kumanda; boş gözlerle bir ona, bir televizyona bakıyordum.
İğrenç bıyıklı kaba saba muhabir futbolcularla röportaja devam ediyordu ekranda. “Sen daha yatmadın mı?” oldu annemin
anladığım ilk sözleri. Cevap vermedim. Alık alık bakınıyordum odanın içine. Bir
gözüm devamlı ekrandaydı. Annem bir soru daha sordu ama anlamadım. Hızlıca
yerimden doğrulup televizyonun kablosunu koparırcasına çektim prizden ve
annemin tuhaf bakışları arasında yatağıma girip, “iyi geceler” bile demeden
yorganı kafama kadar çektim. Annem de sormadı zaten bu garipliğimin nedenini.
Müstehcen film izlerken yakalandığımı falan zannetmiştir muhtemelen. Kendimi,
üstümdeki yorganın güvenliğine teslim edip gözlerimi kapadım. Ne gariptir ki
korkudan eser yoktu üzerimde ve zaten uyuşmuş bir vaziyette olan beynimin,
motorları durdurması uzun sürmedi.
Sabah ezanının o nefis saba
makamıyla açtım gözlerimi; bir daha da kapayamadım. Kafamın içinde at koşturan
düşünceleri bir yerlere boşaltmazsam akılımı kaçıracaktım. Kalktım, ayaklarım
istemsiz olarak dış kapıya götürdü beni. Işığı yakmadan usulca süzüldüm dışarı
ve her zaman en iyi dinleyicim ve kurtarıcım olan babaannemin daire kapısını
tıkırdattım. Namaz vakti olduğu için uyanık olacağını biliyordum. Ama yine de
bir müddet beklemem gerekti kapıda; çünkü babaannemin kaset devri biraz ağır
döndüğü için çok ağır okur sure ve duaları. “Hayırdır Serdal?” dedi kapıda görünce
beni. “Serdal?” Kadın kaç yıllık torunlarının ismini bilerek mi yanlış telaffuz
ediyordu bilmem. Üniversitede okuyan abime de Serkan değil de “Serhan” derdi
hep. Nereden başlayacağımı bilemeden, yanık tereyağı, rutubet, naftalin ve
hafif tuvalet esanslı dairesine girdim.
“Sana
bir şey söylemem lazım babaanne.” Yutkundum. “Ama ne olur annemlerin haberi
olmasın.” Omzumdan tutarak odasına geçirdi beni.
“Benim
bir selamım kaldı. Beş dakkaya kalmam.” dedi. On beş dakika sonra yanıma geldi.
Ona cenaze gecesini ve sabahını, dün geceki televizyon olayını, her şeyi baştan
sona anlattım. Ne korktu, umduğum gibi;
ne de telaşa kapıldı. O tek tük beyaz kılların örttüğü buruşuk çenesini kaşıdı,
içini çekti.
“Demek
seni bulmuş.”
“Evet,
beni buldu. Hatta buldular. Ölünün biri yetmezken iki oldu şimdi de!” dedim
yumruklarımı sıkarak. “Nasıl bir lanetse bu!”
Zoraki
gülümsedi babaannem. “Lanet değil oğlum. Yetenek.”
“Yetenek
mi? Ne yeteneği?” Babaannem anlatmaya
başladı. Gözümü kırpmadan dinledim. Duyduklarım karşısında bir fantastik
romanın başkahramanı gibi hissettim kendimi.
Bizim soyumuz “Emiroğulları” adıyla bilinir. Kurtuluş
Savaşı yıllarında, ailenin erkek büyükleri büyük dedem, yani Emiroğlu Hasan ve
amcasının oğlu Nuh’muş. Dedem 70, Nuh 65 yaşında... İkisinin de mesleği mezar
kazıcılığıymış. Bir gün kasabamızdan atlarla geçmekte olan, nereden gelip
nereye gittikleri belirsiz bir kafileden ihtiyar bir adam rahatsızlanmış.
Kafiledekiler, iyileşip iyileşmeyeceğini bile beklemeden bir ağacın altına
bırakıp gitmişler adamı. Adam yabancıymış; kasabalı da korkuyormuş tabii, hırlı
mıdır hırsız mıdır diye. Kimse cesaret edip de evine alamamış. Bir süre sona
adamcağız ölmüş. Ölüsünü sahiplenen de olmamış. Âlemin iyisi bizim akıllılar
ya, sevabına “Bari cenazesini biz kaldıralım” demişler. Cenazeyi sırtlayıp
getirmişler bizim arka bahçeye. Ölüyü teneşire yatırıp gömleğinin yakasını
açtıklarında pirinçten bir haç çıkmış adamın boynundan. Adamın gayrimüslim
olduğunu anlamışlar. Bizim kasaba bu konularda tutucuymuş o zamanlar. E tabii savaş yılları. Yüzyıllardır iç içe
yaşadığımız gayrimüslimlerden millet olarak kazığı yiyince, kimse hazzetmez
olmuş bunlardan. Bizimkiler şaşırmış ne yapacağını. Ölüyü geri de
götüremiyorlar, mezarlığa da. Müslüman mezarlığına bir gayrimüslimi
gömdüklerini duysalar kasabalı taşa tutar ikisini de. Düşünüp taşınmışlar,
gizli gizli gömmeye karar vermişler. Ama nasıl? Hava bahar havası, insanlar
dışarıda. Gece desen tehlikeli, seferberlik yılları; insanlar diken üstünde,
gölgelerinden bile şüphe duyar olmuşlar. Tam üç gün üç gece ahırda saklamışlar
ölüyü. Göğün delinip, Nuh Tufanı gibi bir yağmurun başladığı gece, fırsat bu
fırsattır deyip, katırın arkasına attıkları gibi bir tepeye çıkarmışlar ölüyü.
O yağmurun, o selin altında saatlerce uğraşıp bir çukur açmışlar. Adamı çukura
koyup, üstünü kapatıyorlarken üstlerine bir yıldırım düşmüş…….
Gün ışıyana kadar uzun uzun anlattı babaannem.
Lunaparktaki bir korku tünelindeymişçesine dehşetle dinledim olanları. “Bu
keramet, soyumuzun her iki kuşağından iki erkek çocukta zuhur eder. Dedeni ve
babanı atlamıştı.” Güldü. “Kısmet sanaymış.”
“Sıçmayım kısmetine!” diye kükredim. Başlarım böyle
keramete. O dedem olacak dingiller başka keramet bulamamışlar mı kuşaktan
kuşağa aktaracak?” O ince, kemikli parmakların suratımda nasıl patladığını
göremedim bile. Gözlerini kıstı babaannem “Bana bak, benimle düzgün konuş! Ve
bir daha da ataların hakkında böyle sözler söylediğini duyarsam o dilini
koparırım! Onlar da kendileri istememiş bu yükü taşımayı!” Mahcup gözlerle,
yanağımı ovuştururken sordum: “İki erkek çocukta görülür dedin. Peki diğer
erkek kim?” Gülümseyerek yanağımı okşadı. “Bugün tanıyacaksın onu. Şu an şehir
dışında, Ankara’da. Ama ben seni evine götüreceğim.”
İstemeyerek bile olsa başımı salladım. Sırırımı
birine aktarmak rahatlatmıştı beni. Ama bir gariplik sezdim sanki aniden.
Burnumu kırıştırmaya başladım. Sağıma soluma baktım, sesleri dinledim. Tepedeki
floresanın vızıltısından başka bir gariplik yoktu. Ama o histen kurtulamadım.
Sonra iğrenç bir koku odanın içini doldurmaya başladı. Giderek keskinleşen bir
koku… Öncekilerden daha mide bulandırıcı bir koku... İyice dikkat kesildim, birden
kapının kolunun “güm” diye sarsılmasıyla yerimden sıçradım. Babaanneme baktım,
hiçbir tepki vermiyordu. Kapı tekrar sarsıldı. Öyle korkmuştum ki soramıyordum
bile babaanneme. Üçüncü sarsılmada kapı açıldı ve o iğrenç yaratık odaya daldı.
Zıplayıp babaannemin kucağına kıvrıldı. Helga… Zıplayarak kapı kolunu açma
marifeti olduğunu unutmuşum. “Senin şu kedini bir gün yüzüp içini doldurucam.”
dedim. “Altıma edecektim korkudan.” Babaannem kıkırdadı. Hayvan odaya girince
koku da iyice belli etmişti kendini. “Kim bilir yine hangi iğrenç şeyleri yedi
de geldi” diye sızlandım. “Sen en son ne zaman yıkadın bunu. Şuna bak, nasıl da
iğrenç kokuyor.” Babaannem tuhaf gözlerle baktı bana. “Ne kokması oğlum,
koktuğu falan yok hayvanın.” Gözlerimi devirdim. Gözlerden sonra burun da iflas
ediyordu anlaşılan belli bir yaştan sonra. Hâlbuki burnumun direklerini
sızlatıyordu benim. Leşe benzer bir koku. Ve… Diğerlerini ayırt edince donup
kaldım. Kolonya, tütün, çürümüş et… Aniden babaannemin koluna yapıştım. Kedi
viyaklayarak sıçradı ve kaçtı. “Hemen çıkmalıyız bura...” Ben lafımı
bitiremeden dairenin ön camı içeri doğru patladı. Ben elinden tutmuş,
babaannemi dış kapıya doğru götürürken, Yalman camdan içeri süzüldü, bir çıyan
gibi el ve ayaklarının üstünde yürüyordu. Pencereden yan duvara geçti ve odanın
ortasına atladı. Kapıya zorladım ama sanki duvarla bir olmuştu. Yalman’a
baktım… Artık gözlerinin rengini seçemiyordum. Göz boşluklarında bir kıpırtı
vardı. Bana doğru yaklaşınca anladım ne olduğunu. Kurtlar… Gözleri, kulak
delikleri vıcır vıcır kurt kanıyordu. Ve yaraları da… Derisi parlaklaşmış, rengi patlıcan moruna dönmeye başlamıştı.
Babaannem dehşetle bana sarılmış, olan bitene bir anlam vermeye çalışıyordu.
Yüksek sesle “Nas” Suresi’ni okumaya başladı. Yalman öfkeyle döndü. Parmağının
bir hareketiyle babaannemi duvara savurdu. Kadıncağız duvara çarparak, yüzüstü
yemek masasını üstüne düştü. Babaannemi o halde görünce gözüm korkuyu falan
görmez oldu. Yalman’ın üzerine saldırdım. “Seni adi şerefsiz!” Beni tek eliyle
boynumdan yakalayarak havaya kaldırdı. Nefesim kesiliyordu, zayıf sesimle
sordum: “Ne istiyorsun benden?” O derinden gelen, korkunç sesiyle cevap verdi.
“Camgöz…” Dudaklarının arasından iki tane kocaman sülük halının üzerine düştü.
Kokusundaki iğrençliğin artık tarifi mümkün değildi. Midem çoktan kusmaya
başlamıştı ama pislik boğazımı öyle bir sıkıyordu ki dışarı çıkaramıyordum.
Nefes alamıyordum. Kendi kusmuğumda boğulacaktım biraz sonra. Debelenmeyi de
kestim fazla nefes tüketmemek için. Sonra, aniden bir şey oldu. Bir gövde daha atladı kırık camdan içeri.
Sarışın, kirli sakallı, uzun boylu bir adam… Elinde bir pompalı tüfek vardı.
Yalman’a doğru doğrulttu tüfeği ve ateşledi. O mesafeden beni de vurması işten
bile değildi. Ama nasıl olduysa, Yalman derisinden dumanlar tüterek pencereden kaçarken,
ben hiçbir şey hissetmedim. Ya da vuruldum ama şokun etkisiyle algılayamadım.
Düştüğüm yerde ilk işim halının üstüne tüm midemi
boşaltmak oldu…
ÜZGÜNÜM, DEVAMI YİNE VAR J