YEŞİL KOLTUK
Genç adam gecenin karanlığında ceviz ağacından yapılma geniş masasının başında oturmuş; Valentine marka daktilosunda son kitabını yazmaktaydı. Vişneçürüğü rengine boyanmış geniş oda, masanın kenarındaki lambadan vuran soluk turuncu ışığında yardımıyla, olduğundan daha ihtişamlı, ağır ve durgun görünmekteydi. Daktilodan çıkan ağır aksak fakat kararlı sesler, duvarlar boyunca özenle tasniflenmiş ve dizilmiş binlerce ciltli kitap arasında dağılıp; boşluklara gizlenmekteydi. Genç adam kaç saattir orada öylece oturduğunun farkında değildi. Koyu renk gözlerindeki kararlı bakışlar, yüzünün keskin hatlarını daha da belirginleştirmiş; saatlerdir çalışıyor olmanın verdiği huzur, dudaklarının kenarında ince gülümseme çizgileri oluşturmuştu. Masadan yansıyan ışığın altında adam, şimdi, olduğundan daha büyük görünmekteydi. Biçimli parmaklarının, daktilonun tuşları üzerindeki sinirli ama telaşsız hareketleri, yaptığı işteki sonsuz yetkinliğini ve kendine olan güvenini açığa çıkarıyordu. Yıllardır yazıyordu ve işini iyi yaptığının farkındaydı. Henüz kırklı yaşlarının başlarındayken çevresinden gördüğü saygı, haklı olduğunu da kanıtlamaktaydı. Çevresindekiler çoğu zaman onun huysuz ve sivri dilli olduğunu düşünseler de; ortaya çıkardığı işlerin sağlamlığı ve işine duyduğu saygı, bu huyunun göz ardı edilmesini ve hatta onu daha etkileyici kılmasını sağlamaktaydı. Kendisi de bunun farkında olduğundan, çoğu zaman bu özelliğini yüceltiyor; lafını kimseden esirgemiyordu. Zekiydi ve bunun farkındaydı.
Yazmayı bırakıp, yeşil deri kaplı koltuğunun arkasına yaslanarak, daktilosunun yanında biriktirdiği yazılı kağıtlara söyle bir göz gezdirdi. Yaptığı işi beğenir bir gülümsemeyle bir an için yüzü aydınlandı. Yorgundu fakat değmişti.
Salondaki saat on iki kez vurdu. “Gece yarısı olmuş!” dedi adam kendi kendine. Kendini artık yatağının saten soğukluğuna bırakmaya hazır hissediyordu. Yanı başında duran kıvrılmış sigara izmaritleri ve boşalmış bardaklar bu gecelik işinin bittiğini gösteriyordu. Yine de hemen masadan kalkmaya niyeti yok gibiydi. Hiçbir şey düşünmeden öylece oturuyordu. Onu kendine getiren ve yerinden kalkmaya zorlayan, koridorda çalmaya başlayan telefon oldu. Saate bir kez daha baktı ve gecenin bu saatinde rahatsız edilmenin yakışıksız olduğunu düşünerek yüzünü buruşturdu. Ayaklarını sürüyerek telefona yöneldi. Ahizeyi yavaşça kaldırdı.
Karşısındaki, tok bir sesle ağır ağır konuşuyor ve eski dostunun bir saat önce ölmüş olduğunu haber veriyordu. Cenazesi ertesi gün öğlen vakti kılınacak namazla kaldırılacaktı. Kendisi de davet ediliyordu. Beylik birkaç laf edildikten sonra telefon kapandı. Adam önce ne yapacağını bilemedi. Böyle durumlarda ne yapılabilirdi ki? Birkaç saniye telefonun başında öylece kalakaldı. Sonra adımları onu az önce çıktığı odaya geri sürükledi. Ne de olsa evde kendini en rahat hissettiği, en iyi düşünebildiği yer orasıydı. Düşünmeliydi. Buna ihtiyacı vardı. Ayaklarına itiraz etmedi.
Oda az önce terk ettiği gibi duruyordu. Dolu bir küllük, boş birkaç bardak, loş turuncu ışık, son harfi henüz kurumamış daktilonun içinde hapsolmuş bir kelime… Az önce kalktığı koltuğu bile henüz kendi sıcaklığını kaybetmemiş; ona yabancılaşmamıştı. Ama değişen bir şeyler vardı. Şaşkın bir halde masasının başına tekrar çöktü. Boşalmış bardağını doldurdu; bir sigara yaktı. Yavaş yavaş hisleri ve düşünceleri sakinleşiyordu. Biraz daha bekledi. Neden bu kadar şaşırıyordu ki? Arkadaşı uzun zamandır iyileşemeyeceği belli olan bir hastalıkla boğuşmaktaydı. Beklenmedik bir şey değildi. Sadece zamanını bilmiyorlardı o kadar. Zamanı gelmişti işte! Onu son gördüğü günü hafızasının rafları arasından bulup çıkardı. Çok zaman geçmemişti üstünden fakat yine de çok net hatırlayamıyordu. Onun o soğuk ve aidiyetsiz hastane odasındaki yatağında, hastalığının perdelediği gözleriyle baktığını hatırladı sonra. ‘Ne kadar uzun kalırsan kal, hiçbir hastane odasını kendine ait kılamıyorsun!’ Diye düşündüğünü anımsadı. ‘Bir otel odasını bile ikinci günden sonra kendine ait hale getirebilirsin fakat bir hastane odasını asla!’ Bunu keşfetmiş olmaktan ince bir haz duydu, sonradan kullanmak üzere bir kenarda saklayarak hastane odasındaki hastaya geri döndü. Karşısındaki rahatsız bir sandalyede oturduğunu hatırlıyordu. Donuk gözlerine aldırmadan, çok zaman geçti diye umarsızca konuşmuştu. Sonra görüşmelerine hüzün girmesin diye ne eski günlerden; ne de yatakta yatan eski dostunun hastalığından söz açmışlardı. Bunun ortak kararları olduğunu düşünmüştü. En azından öyle olmasını istemişti. Planlarından, yaptıklarından bahsedip durmuş; zaman savuşturmuştu. Arkadaşı ölü gözlerle ve sahte bir gülümsemeyle onu onaylarcasına kafasını sallamış durmuştu sadece. Çıkarken nerdeyse kendine iyi bak diyecekti fakat ne kadar anlamsız olduğunu fark edip kendini tutmuş; hiçbir şey söylememeyi tercih etmişti. Sonra dünyaya, dünyasına, yaşayanların arasına geri dönmüş; hastayı kendi kendiyle bırakıp kapıyı kapatmıştı. Niye böyle yaptığını şimdi bile tam olarak anlayamıyordu. Sadece şu anda kendini iyi hissetmediğinin, eksik olduğunun farkındaydı o kadar. Son bir kez, son bir defa onunla yüz yüze kozlarını paylaşması gerekiyordu. O gün bunu yapamamıştı. Yapması gerektiğinin farkında bile değildi. Belki de yapmalıydı. Ama yapamamıştı işte. Hastalığın o eşitsizlik yaratan acıma hissi içindeyken bunu yapmasının da imkanı da yok gibi gelmişti. Haklıydı! O hayattayken bu çok da anlamlı değildi. Gerek de yoktu; o vardı, ordaydı çünkü. Üstünde durmamış kendi hayatını yaşamaya devam etmişti. Ama artık her şey bitmişti. Ertelenecek bir şey kalmamıştı. Ve derinlerde bir yerlerde bu zamana kadar anlamaya çalışmadığı; onunda anlatmaya çalışmadığı bir şeylerin olduğunu sezmeye başlıyordu. Kendi hayatını kendi gözlükleriyle yaşamıştı şimdiye kadar. Ve anlatmıştı herkese kitaplarıyla… Sormasalar da cevaplamıştı. Fakat ilk kez dinlemeye hazır olduğunda, şimdi, şu anda; o bir ölüydü artık! Belki de ölmesi gerekiyordu onu dinlemesi için… Neden kopmuşlardı bir zamanda, ikisi de farkında olmadan? Ya da farkında olmayan sadece kendisi miydi? Emin olamıyordu; nerdeydi? İlk kez gözlerinden bir kararsızlık bulutu geçti üflediği sigara dumanının ardından. Ayaklarının altındaki yer kayıyordu sanki! Kendini var eden yaşamının bunalımlarıyla birlikte, onların da sayesinde iki ayağını birden sapasağlam bastığı yer kaymaya başlamıştı. Nerdeydi?
“Buradayım!” dedi kadın.
”Gelmeyeceksin diye korkmaya başlamıştım.” diye yanıtladı adam. “Az önce öldüğünü haber verdiler!” Kadın gülümsedi. Gülümseyişi eskisi gibiydi. Genç adam rahatlamıştı. Tıpkı eskiden olduğu gibiydi işte. Karşısında öylece oturuyordu. Sapsarı tülden yumuşacık bir elbise giymiş; kahverengi dalgalı saçları özensiz şekilde ensesinde birleştirilmişti. Renksiz tokasından kurtulmuş birkaç tutam saç, boynundan omuzlarına dağılmış; şeffaf teni, gözlerinin elasındaki gizemin ardına gizlenmiş parlıyordu. İnce, kırmızı ojeli parmakları dizlerinin üstünde hafifçe kenetlenmiş; kadına ürkek bir ifade vermişti.
Ne kadar savunmasız duruyor yine diye içinden geçirdi adam. Tıpkı eskiden olduğu gibi! Fakat bu kez ürkekliği, insanın içinde onu hırpalama isteği değil; koruma hissi uyandırıyor diye düşündü. Duruşu, oturuşu, ellerini kullanışı, gülümsemesi onu sinirlendirmiyordu artık. Hatta sevimli bile geliyordu.
“Hiç değişmemişsin!” dedi adam.
Kadın gülümseyerek, “değiştim.” dedi. “Hem de çok değiştim! Hepimiz değiştik.”
Adam susuyordu. Belki de ilk kez onun önünde gerçekten susmak istiyordu. Kadının ince yüzünün tüm kıvrımlarını ezberlemek istermiş gibi dikkatle bakıyordu. Onun konuşmaktan pek hoşlanmadığını hatırlıyordu. Birkaç kelimeden sonra yine susmuş beklemekteydi işte. Tıpkı eskiden olduğu gibi! Böyle durumlarda ne yaptığını hatırlamaya çalıştı adam. Konuşurdu. Durup dinlenmeden kendinden beklendiği gibi konuşurdu saatlerce. Bunun ortak paydaları olduğunu düşünmüştü o zamanlar. Şimdi ise bir şeyler değişmiş; bekleyen kendisi olmuştu. Bu anın tadını çıkarmaya kararlıydı, sakindi. Önlerinde diledikleri kadar zaman vardı. Hiçbir şey için acele etmelerine, aralarından akan suya yön vermeye çalışmalarına gerek yoktu. Beklentilerin önü açılmış; ne zamana, ne de hislere gem vurma gereksinimi kalmamıştı. Dilediği gibi akabilirdi artık adam. Kurallar, ilişkiler, iki insan arasında olabilecek tüm hisler, kadının eteklerinin arasından kayıp odanın içine darmadağın saçılmıştı. Adam onları toparlayıp şekillendirmek zorunluluğu hissetmiyordu ilk defa.